a
SİZİN KÖŞENİZ

SİZİN KÖŞENİZ

06 Mart 2024 Çarşamba

“Yugoslavya’da Müslüman Türk’e” “BÜYÜK DARBE”

0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Yugoslavya’da Müslüman Türk’e”

“BÜYÜK DARBE”

Altan DELİORMAN

Yıl 1978 Ağustos ayının ikinci günü, Çarşamba. Kendimi bildim bileli en heyecanlı, en sevinçli günümü yaşıyordum. Anavatan Türkiye’me misafir olarak bir aylığına saat 10:00’da, Kumanova’nın “YUGTURİST” şirketinin, Gilanlıların tabiriyle “Kumanovka” otobüsüyle hareket ettik. Yol boyunca aklıma modern Türkiye Cumhuriyeti kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe hitabesi, Ömer SeyCettin’in Bombası,Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika…, hele hele Nazım Hikmet’in barışa özlem ve savaşa karşı adanmış şiirlerinin yasak olduğu Anavatanımızda, Vatanım Yugoslavya’sında Mehmet Emin Yurdakul’un, Lise sıralarındayken Merhum edebiyat öğretmenimiz ve öz canciğer ağabeyimin “Cenge Giderken-Kahraman Türk Ordusuna” şiirinin burada – Yugoslavya’da yasak olduğunu söyleyip  kara tahtaya yazdığını gören biz öğrenciler de, o güne kadar yasak olan bir şiiri ilk defa defterimize hiç ses çıkarmadan,heycan içinde nasıl yazdığımızı aklımdan hiç çıkaramıyordum. Şiiri yazdıktan sonra öğretmenimiz, konu, kafiye, nazım birimi, hece gibi unsurların tahlilini yapıp, şiiri ezberleyip ezberlemememizi söylemeden şiirle ilgili soru sormak isteyen varsa sorsun dedi. Öğrenciler  çeşitli sorular sordu, ben de zil çalarken: şiiri neden ve kimler yasaklıyor hocam?diye sordum, hocamız cevabı  vermeye hazırlanırken zil çaldı;sınıftan çıkarken durdu ve yüzünde hüzünlü bir ifadeyle; dünyanın bir çok yerinde insana ait bazı düşünceler yasaklanmıştır…diyerek sınıftan ayrıldı.

O anki heycanla hepimiz  şiiri gelecek ders için ezberleme hevesine kapılmıştık. Gelecek ders  üç gün sonraydı. Ertesi gün hemen hepimiz daha üç gün  geçmeden  şiiri ezberleyip okula gelmiştik. O gün sınıfta bambaşka bir hava esiyordu, yasaklara karşı özgürlük ve kimliğimizi tanıma havası kendiliğinden doğmuş, yeni bir dünyaya gözlerini açmış, ileride yeni ufukları görmeye başlar gibiydi 17-18 yaşlarındaki sınıfımızın  delikanlı gençleri,birkaçı birden:

– Ben bir Türküm dinim cinsim uludur…,

diğeri :

– Muhammed’in kitabını kaldırtmam;

ve sınıf koro halinde:

Osmancık’ın bayrağını aldırtmam;

Tanrım şahit duracağım sözümde…

Bu topraklar ecdadımın ocağı;

Türk evladı evde durmaz giderim.

12 yıl beraber okuduğumuz o sıralarda, ilk kez böyle bir havanın esmesini sağlayan yasakların etkisiydi muhakak, çünkü o güne kadar sınıf arkadaşlarımızın bir şiiri tamamıyla kusursuz , bir şekilde ezberleyişine hiç şahit olmamıştık.

İlköğretim ve lise sıralarındayken, Nazım Hikmet, Şükrü  Ramo, Necati Zekeriya,Yunus Emre, Hacı Bektaş, Aşık Veysel, Orhan Veli… şiirlerini okumayı   ve ezberlemeyi hiç ihmal etmezdim.Ayrıca ,  Sırp, Arnavut ve dünya yazarlarının şiirlerini de ezberleme heveslisiydim…

Üç gün sonra edebiyat öğretmenimiz sınıfa geldiğinde sınıfa büyük bir sessizlik hakim olmuştu, hepimizin aklında tek soru vardı, acaba öğretmen şiiri  ezberleyip ezberlemediğimizi soracak mıydı? Öğretmenimiz yeni konuya geçmeden önce geçen dersin konusunu sordu. Bir anda hepimiz bir ağızdan “Cenge Giderken” dedikten sonra, ben ayağa kalktım; biraz ağabeyimin öğretmenim olmasının verdiği güvenden  mi yoksa içimde yanan Türklük sevdasından mi, heycan ve merak ile: “Öğretmenim biz şiiri ezberledik, sormayacak mısınız? diye sordum. Öğretmenimiz: “Tamam madem ki ben demeden şiiri öğrenmişsiniz dinliyorum” dedi. Ben de hemen büyük bir heyecan ile şiiri söylemeye başladım, sırası ile tüm arkadaşlar şiiri söyledikten sonra, öğretmenimizin söylediği sözler şöyleydi : “ Sizi tebrik ederim beni bugün gerçekten şereflendirdiniz, mutluyum, sizlerle gurur duyuyorum” gözleri dolmuştu boğuk bir sesle; size başarılar dilerim” diyerek o günkü dersi bitirmişti. Öğretmenimiz üzgün bir şekilde sınıftan çıkarken bir ara yerinde durur gibi, bir şeyler daha diyecekmiş gibioldu…Ama sadece hoşçakalın demekle yetinip sınıftan çıktı .

Hocamızı bu denli duygulandıran şey Türklük meşalesini taşıyacak bir neslin doğduğunu hissetmesi mi yoksa bulunduğu görevin etkisi miydibilmiyorum ama sezilen şey hüzün ve huzura benzer bir şeydi …

Yol çok uzun olmasına rağmen çok çabuk geçiyordu…

Yolculuğum boyunca aklımdaki düşünceler buna benzer şeylerdi.İlkokul, lise ve üniversitedeki olaylar, arkadaşlarım, öğretmenlerim, hocalarım ve babamın hiç unutamadığım, her sabah söylediği Çanakkale Türküsü, ve bu toprakların beddualı olduğu, çünkü adil bir devletin askerine Kaçanik Boğazı’nda su yerine gaz verilmişti. O uzunyolculukta, aklımda hayalimde bütün bu sesler ve olaylar bir bir canlanmıştı .

Sabahın ilk ışıklarında Türkiye Cumhuriyeti  Kapıkule  sınır kapısından anavatana giriş yapmıştık. İçimden geçen ilk şey eğilip toprağı öpmek oldu. Biraz çekindiğimden dolayı  otobüsün biraz daha ilerisine, kimsenin olmadığı bir yere yürüdüm sağıma soluma selam verdikten sonra eğilip atalarımızın yadigar toprağına secde edip-alnımı değdirdim ve öptüm. Ayağa kalktığımda bağrımda bambaşka tarifsiz bir ferahlama hissi beni benden almıştı bile…

İstanbul’a sabah saat sekiz sularında vardık. Otobüs Aksaray Vatan Caddesine yani yolculuğumun bittiği noktaya gelmişti. İndiğimde Aksaray’ın o zamanki hali hala karşımda duruyor. İlk izlenimlerimde hayal ettiğim ve çeşitli yazılarda okuduğum  İstanbul,o İstanbul değildi…

Üsküplü şairimiz Yahya Kemal: “İstanbul,  uyanık halde rüya görenlerin şehridir’’ diyor

Yahya Kemal’e göre,  rüya ve mûsikî, sevgilinin varlığında İstanbul’u hatırlatır:

‘’Rü’yâ gibi bir akşamı seyretmeğe geldin

Çok benzediğin memleketin her tepesinde.

Baktım: Konuşurken daha bir kere güzeldin,

İstanbul’u duydum daha bir kere sesinde.”…

 

Ben ise Aksaray’ı ilk gördüğümde şiirde hissetiğim duyduğum özlemi, duyguları, bulamadım….

İlk işim Aksaray daki bir otelde çalıştığını bildiğim akrabamızı bulmaktı, etrafa  bakındım tarif ettikleri gibi akarabanın çalıştığı hoteli gördüm. İçeri girdiğimde resepsiyonda çalışan arkadaş , hotelde çalışan akrabamızın  orda olmadığını ama öğeleden sonra geleceğini söylemişti. Ben de Bayramapaşa’da oturan başka bir yakınıma gitmek için kendisinden yolu tarif etmesini rica ettim. Bayrampaşa minibüslerini gösterdi, kendisine teşekkür ederek minibüse doğru ilerledim.Şöför arkadaşa Bayrampaşa Cezaevi’ne yakın bir yerde akrabamın oturduğunu  ve orda ineceğimi söyledim . Minibüsten indiğimde haytımda ilk defa koskoca bir cezaevinin  önünden geçiyordum , heyecan ve hüzün dolu bir an yaşadım. Elimdeki adrese bakarak akrabamın evini buldum. Buluşmamızda duygu dolu anlar yaşadık. Uzun ve tatlı sohbetle zaman ilerlemiş , farkında olmadan saat 17:00 olmuştu.

Amca dedim, akşam olmadan ben Beyazıt’a gitmek istiyorum, oradaki Sahaflar çarşısnı gezmek istiyorum, amcam ise : “Yok bugün olmaz, yarın beraber gideriz hem şimdi yorgunsun zaten, benim de orada bazı işlerim var, seni Sahaflar’a bırakırım, orasını gezer beğendiğin kitapları alırsın sonra beraber diğer yerleri de gezeriz” dedi. Tamam dedim öyleyse buraya yakın bir yerde gazete alalım. Dışarı çıktık evin yakınlarındaki bir bayiye gittik .Bir sürü gazete vardı, aklımda olan Türkiye, Cumhuriyet ve Tercüman gazetelerini aldım. Bayi de çalışan adam hayretle baktı, amcam hayretle bakan adama ne oldu diye sordu, adamın cevabı şöyleydi: Tercüman ve Cumhuriyet gazetesini aynı kişinin aldığını ilk defa gördüm. Amcam da; memleketten geldi,belki isimlerini bile ilk defa duyuyor dedi,a mcam bunu dedikten sonra araya ben girdim: Yok dedim bu gazetelerden bize çok geldi, şaşkınlığınız niye? diyerek sordum…Adam cevap verdi: Cumhuriyet gazetesi solcu diğerleri de sağcıların dedi. Gazeteleri alıp oradan ayrıldık bir çayhaneye girdik. Çay söyledik  çayımı yudumlarken bir taraftanda  gazetelere bakıyorum, başlıkları okuduktan sonra bir taraftan “nasıl bir şey bu acaba ?” diye kendi kendime soru yöneltiyor  diğer taraftan da değerlendirme yapıyorum ;  Cumhuriyet gazetesi solcuların, ama çok arı bir Türkçeyle yazılmış ama Milliyetçi tabir edilen “Türkiye” ve “Tercüman” gazetelerinde ise  Osmanlıca, Arapça, Farsça dillerinden alınmış bir çok kelime…

Akşam çökmüş, yorgunluğum artmıştı . Akrabanın evine döndüğümde , uzun uzun sohbet ettikten sonra  saat gece yarısını gösteriyordu. O kadar yorgun olmama rağmen yastığa başımı koyar koymaz  uykum , yorgun gözlerimden gidivermişti. Hayalimde Sahaflar’daki kitapları canlandırıyordum. O an aklımda Orhan Veli Kanık’ın şiiri “İstanbulu Dinliyorum” hemen ardından“Bir Garip Orhan Veli” şiiri decanlandı …

Bir Garip Orhan Veli

İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir garip Orhan Veli’yim
Veli’nin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim

Rumeli Hisarı’na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum

İstanbul’un mermer taşları
Başıma da konuyor martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım…
Senin yüzünden bu halim…..

Olacak gibi değildi uykunun bana uğrayacağı yoktu.Yatağımdan kalktım, gazeteleri okumaya başladım. Yorgunluğum da  geçmiş gibiydi, gazeteleri sabah ezanına kadar okumuştum . İstanbul’a güneş doğmaya başlamıştı bende doğan güneşle birlikte İstanbul’un şafağıyla  İstanbul’daki ilk uykuma dalmıştım…

Sabah saat 09:00 gibi çaylar hazır diye bir sesle uykudan uyandım. Hemen içeri geçip çaylarımızı yudumlamaya başladık, Akrabam “nasıl rahat uyudun mu, yorgunluğun geçti mi”diye sordu bende; hem de nasıl çok güzel ve rahat bir geceydi çok güzel bir geceydi dememle  sözü gazetelere  getirdim. “Ya dün aldığımız gazetelerden Cumhuriyet gazetesidil olarak daha milli daha Türkçü ama bazı konular bakımından solcu, Türkiye ve Tercüman gazetelerinde de konular daha Milli ama dili milli değil ; bir sürü Arapça , Farsça, Osmanlıca kelime var” dedim. Akrabamız tedirgin bir tavırla: “Bu konulara fazla girme ,fazla kurcalama; zaten misafirliğe gelmişsin, başına dert açarsın”dedi. Bu sözlerden sonra az da olsa tedirgin olmuştum…Kahvaltıyı ve çaylarımızı bitirdikten sonra evden çıktık. Her yeri görme merakıyla ve hevesiyle, etrafa sağa-sola bakıyordum duvarlara yazılmış çeşitli yazılar görüyordum. Özellikle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi  duvarları bu kutuplaşmanın ne denli büyük olduğunu aslında özetliyormuş…  Bunlardan bazıları şöyleydi;

YA SEV YA TERK ET;

YA İSTİKLAL YA ÖLÜM;

BAŞKA YOL YOK; KOMUNİZME GEÇİT YOK,  DÖKÜLEN KAN YERDE KALMAZ;

TÜRK’ÜN TÜRK’TEN BAŞKA DOSTU YOK; 

KAHROLSUN FAŞİZM, YAŞASIN DEV-SOL;

DENİZ GEZMİŞLER ÖLMEZ…

MAHİR HÜSEYİN ULAŞ KURTULUŞA KADAR SAVAŞ

Yanımdaki amcama soruyorum ne bu yazılar böyle? Sağcı ve solcuların yazdıkları yazılar dedi. Bir şey diyemedim, ancak kendi kendime acaba bu olanlar  ne böyle ?  burası Türkiye Cumhuriyeti değil mi! Bu kargaşa nedir?

Büyük bir tedirginlik uyandı içimde, bu tedirginliğimin nedeni de sosyalist bir ülkeden gelip Kapitalizmin hükmettiği, 8-10 yaşlarında çocukların sokaklarda su satıp,  insanların birbirine düştüğüve kutuplaştığı anavatanımı bu şekilde düşünemediğimdendi muhakkak..

Beyazıt meydanına vardığımızda gözüme ilkilişen İstanbul Üniversitesi yazan koskocaman kapıydı…  Oraya mı gitsek yoksa Sahaflara mı  dedim, “önce  Sahaflara başka gün oraya gidersin” dedi. Beni Sahaflar’a bıraktı , kendi ise  başka bir akrabamızın dükkanına geçti. “Kitaplara baktıktan sonra buraya gelirsin”, dedi. Sahaflar’da tek başımaydım ; kendimi çok değerli bir hazine bulmuş gibi hissettim; içimi büyük bir heyecan kapladı. Kitap, ansiklopedi, dergi, gazete, eski kitaplar, mecmualar, yabancı dillerde kitaplar…İlk kitapçıya girdiğimde raflara dalgın dalgın bakıyorum, burada hangi kitabı  satın alabilirim düşncesiyle çok geçmeden hemen bir ses: “Buyrun kardeş nasıl yardımcı olabilirim?”diye sordu, benimde aklıma ilk Nazım Hikmet geldi: “ Yaşamak Güzel Şey be Kardeşim ” N. Hikmet’in romanını arıyorum der demez adamın tepkisi sertti: “Öyle bir romanımız yok”. Nerde bulablirim peki? dediğimde

aynı sertlikle “ Bulgaristan’da” dedi. Peki ya Mehmet Emin Yurdakul’dan Cenge giderken der demez; raflarda  Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ını gördüm ve bunları verir misin dedim, paket yaptı ve parasını verdikten sonra  sen yabancı mısın diye sordu ?– Evet, Yugoslavya’dan geliyorum dedim. “Yugoslavya’dan mı diye durakladı, dur sana bir de hediye vereceğim, çok güzel bir kitap”, elini karşısındaki rafa uzattı, kitabın ismi“Yugoslavya’da Müslüman -Türk’e BÜYÜK DARBE”  idi Altan Deliorman tarafından yazılmış. Kendisine teşekkür ettim ve oradan ayrıldım. (Eve geldiğimde kendisine ne kadar az teşekkür ettiğimi anlamıştım).

Diğer kitapçıları gezmeye başladım, ilgimi çeken kitapların sayfalarına göz gezdiriyor, ilgimi çekenleri heyecanla alıyordum. Hatırladıklarımdan birkaçı şunlar; Ahmet Kabaklı’nın “Türk Edebiyat Tarihi I.II. III.” Ciltleri, Nihat Sami Banarlı’nın “Resimli Türk Edebiyat Tarihi” dergilerini alıp ciltleştirdim.  Falih Rıfkı ATAY’ın “Çankaya”, İlhan E. DARENDELİOĞLU’nun “Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri”, Ali Püsküllüoğlu’nun  “Türk Halk Şiiri Antolojisi”ni, Reşat Nuri Güntekin,  Halide Edip Adıvar, Ömer Seyfettin, gibi yazarların roman ve hikaye  kitaplarından aldım. Pek farkında olmadan 5-6 saatimi orada geçirmiştim…Ardından akrabamın yanına geçtim adam beni görünce;  “Nerdesin ya   saat kaç olmuş merak ettim biraz daha gecikseydin seni aramaya gelecektim” dedi. Akrabamın kaldığı dükkanda aldığım kitapları bir de hediye ettiği kitabı  (Yugoslavya’da Müslüman -Türk’e Büyük Darbe) gösterdim. “Hayır” dedi amcam , bu kitabı Yugoslavya’ya yanına alamazsın çünkü yasak. Tito rejimine  karşı yazılmış bir kitap bu. Ben henüz kitabın  içeriğine bakmamıştım bile. Akrabam tekrar “Bu kitaptan bizde de var ama siz Yugoslavyalılara bunu göstermiyoruz”  dedi. Kitabı buradayken okursun  memlekete almazsın. Ben de kitabı hemen okumaya koyulmuştum bile..Kitapta Gilan’la ilgili olaylara geniş olarak yer verilmişti.Bahsi geçen olayların bir çoğunu babamdan duymuştum. Gilan ve civarında yapılan baskıları, katliamları, zulümleri ; eş, dost, akraba geldiğinde konuşurdular.  Hatta kendisinin de 1944 yıllarında Partizan Komünist –çetniklerinden gördüğü işkenceyi de anlattığına şahit olmuştum. Kitapta geçen Gilanlı Sırpların hemen tümünün ad ve soyadlarını biliyordum. Babam kendisi de bazı akrabalarıyla birlikte Alman SS birliklerine katıldığını anlatıyordu. Ben bunu duyduğum da: “Nasıl olurda Alman faşistlerine katılırsınız !” diye tepki gösterdiğim günü bugün gibi hatırlıyorum… Merhum Babam, Almanların Müslümanlara, Türklere sahip çıkacağına derinde inanmış hatta “Çanakkale savaşında Gazi Mustafa  Kemal Atatürk’ün yanında Alman Üst Düzey Subayların bulunduğundan dolayı Almanlara daha yakın  olmayı tercih etmişler, Almanların “Kapitülasyon” imzaladıktan sonra Yugoslav ordusuna, Yugoslavya’nın kalkınması için kendisini marangoz, demir , araba ustası olarak kendi aletleriyle 24 ay alındığını,  hizmet verdiğini ve savaşçı maaşı bağlandığını ”söylemişti.

İstanbul’un hemen hemen her yerini gezdikten sonra tarihçi, şair ve yazarların İstanbul için yazmış olduklarının ne kadar haklı olduklarını hissettim.

………

İstanbul, İzmir, Bursa, Ankara’da kaldığım sürece kitabı elimden hiç eksik etmedim. Trende, gemide, otobüste fırsat buldukça okur altını çizerdim. Her gün kitabı Gilan’a alsam mı – almasam mı düşüncesiyle kitabı almaya karar verdim ama akrabamı kırmamak için kitapçıdan aynı kitaptan bir tane daha satın almaya karar verdim. Kitabı satın aldım ve kitabın birini akrabama bıraktım.

Türkiye’den  Gilan’a dönme zamanı geldi.  Valizime diğer eşyalarımla kitapları yerleştirdim. Yugoslavya’da Müslüman -Türk’e Büyük Darbe kitabını da yolluk olarak aldığım yiyeceklerin arasına yerleştirdim. Bulgaristan Yugoslavya sınırına geldiğimde kalbim çarpmaya başladı. Kitabı bulursalar ne gibi ceza verirler, kendimden çok ağabeyimi  düşünmeye başladım, ona da bir şey olur, işinden olabilir, herkes “bak İsmail’in kardeşi Celal , Tito Rejimine karşı yazılmış bir kitabı Yugoslavya’ya getirmiş” diye konuşur  …gibi düşüncelerle aklım allak bullak, ister istemez tedirgin olmuştum. Allaha şükürler olsun ki kitabı kimse fark etmeden eve getirdim. Evde de babam, amcam ve halamın oğlundan başka kimse kitaptan haberdar değildi. Ağabeyim evde olmadığında babama, amcama kitabı okuyordum. Onlar da ara sıra okumayı  kestirip okuduğum bölümdeki o günleri  tekrar yaşıyormuş  gibi  yorumlardılar. Bir gece de halamın oğlu oturmaya gelmişti, Molla İdris Gilani’dan söz açılmıştı. Molla İdris feci bir şekilde katledilmişti. Ben de kitabı çıkarıp Molla İdris’in nasıl katledildiğini okumaya başladım. O arada ağabeyim eve geldi. Ben de kitabı kapatıp geleneklerimiz gereğince yerimden kalktım, kendisi de kitap meraklısıydı, elimde olan kitabın kapağına baktığında şaşkınlığını gizleyemedi “yok, bu kitap burada yasaktır” dedi. Bana yöneldi ve “kitabı nerde aldın ?”diye sordu, şaşkınlığı birden bire tedirginliğe büründü; tekrar bana dönerek “Bu kitabın sende varolduğunu kimler biliyor, kitabı başkalırına söyledin mi” ? gibi sorular sordu, cevap verdim… Tamam dedi, olan olmuş artık bu kitabı derin bir yere gizle yoksa senin de benim de kaderimizi değiştirir. Son olarak da  başka kimseye kitabın varlığından ve bu kitabı okuduğundan bahsetme ” dedi.  Ben de dediklerini yaptım. Kitabı evimizin bodrum katında ki gazete ve dergilerin olduğu yere gizledim.

Ağabeyim emekli olduğunda artık ona bir zarar gelmez düşüncesiyle 1990’lı yıllarda çok partili sisteme geçildiğinde (YSFC dağılma sürecine girdiğinde) kitapta adı geçenlerin yakınlarına kitaptan bahsetmeye başladım. Bazıları kitabı görmek istiyor, bazıları ise aman bana söyledin başkasına söyleme diyor çünkü bu ideoloji hala yaşıyor başımıza dert açabilir,  işsiz kalırım diye tedirgin oluyordu…

Ben de o kadar da olmaz artık demokrasi başladı diyordum. Bak Tan gazetesinde Türkleri, Türklüğü, Melikşahı, padişahları, Sultan Muradı, Yücelcileri  savunan  yazılar yazılmaya başladı, hatta o günlerde yazmış olduğum bir makalemde ‘’Bu nasıl bir devlet?, bu devletin polisi nasıl bir polis? Meydanlarda Türk kanı içmeye, Türk Çocuğunu kesmeye çağırıyorsa ve devlet buna seyirci kalıyorsa bu devlette demokrasiden bahsedilmez’’demiştim (kulaklarımda bugün gibi Çınlıyor “ Naoştrite Bayonete da kolyemoTurskodete, kojedrugi yasam prvi da piyemo Turske krvi” meydanlarda düzenlen mitinglerde duyduğumuz ve şahit olduğumuz Sırp şovenleri tarafından söylenen türküler)…

 

Allah’a şükürler olsun son on onbeş yılda Anavatanımız’daöğrencisinden  cumhurbaşkanına kadar  “Komunist” şairlerimizin bir zamanlar yasak olan şiirleride okunumakta:

VASİYET
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

1975 yıllarında Üniversiteye kayıt yapan öğrencileri askerlik için ön hazırlık Askeri tatbikatı için gittiğim Sırbistan’da Negotin kasabasında  Nazım Hikmet’in Aya Gidilecek şiirinin komunist kelimesi yerine “İşte ben Türküm” binlerce kişinin önünde söylememin gurur ve heyecanı o günün heyecanı ile yaşıyor.

aya gidilecek daha da ötelere,
teleskopların bile görmediği yere.
ama bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak,
korkmayacak kimse kimseden,
emretmeyecek kimse kimseye,
yermeyecek kimse kimseyi,
umudunu çalmayacak kimse kimsenin?

İşte ben Türküm bu soruya karşılık verdiğim için…

 

1999 savaşı sonrasında“Yugoslavya’da Müslüman -Türk’e Büyük Darbe Kitabıda her geçen gün Gilan’da rağbet görüyor, zamanla inşallah Kosova’nın diğer yerlerinde de aslı ile beraber Arnavutça ve Boşnakça’ya kazandırılıpokuyucunun eline ulaşır…

Kitap  Gilan ve civar köylerinde adları geçenlerin yakınları tarafından aranmaya başladı, bazıları ilgi gösterdiği sayfaları bazıları da tüm kitabın fotokopisini istiyor ,  içlerini ferahlatıyor  belli ki …

Ama biz  Kosova Türkleri olarak artık 700 yıllık manevi ve canlı değerlerimizi bireysel maddi çıkarlar peşinde koşanlara bırakmış, eğitim, kültür ve varlığımızın en önmli unsuru olan dilimizin – Türkçemizin , Türkçe eğitimin her geçen gün kan kaybedişini ve yok oluşunu seyrediyoruz.?!

Yeni verilmeye başlamış olan bazı evraklarımızda Türkçeyle  alay edercesine tavırlar sergileniyor .Sadece bir örnek vereceğim ,Türkçe’den Arnavutça, Boşnakça,Sırpça ve diğer balkan dillerine geçmiş olan ve halen kullanılmakta olan Bekar (beqar-be  kelimesini Türkçe’ye “TEK” olarak tercüme etmeleri bunlara sadece küçük bir örnek. Başka ne diyebirliriz ki acaba…

Sevgili okurlar, kimseyi incitmek yada eleştirme amacı  olmayan bu yazımdan ayrılmadan  önce 1998 yılında Kosova’da savaş kıvılcımları başladığında  Türkiye Cumhuriyeti Giresun Aydınlar şurasına katıldığım, Türkiye, Tercüman, Zaman gibi gazetelerde yayınlanmış ve Zaman gazetesi İnternet sitesinden indirdiğim Tebliğimin yayınlanmış bir bölümüyle  sizlere saygı ve sevgiler…

 

Kosova’da Turk varligi tehlikede 
ANKARA (Zaman)- Sirplarin saldirilarina maruz kalan Kosova’daki Turkler, Turkiye’den yardim bekliyor. Kosova Turk Demokratik Birlik Partisi Baskan Yardimcisi Celal Mustafa, bolgedeki catismalarin gocu artirdigini belirterek, mudahale edilmemesi halinde Kosova’da Turk kalmayacagini soyledi.

GOC SIMDIDEN BASLADI 

Aydinlar Ocagi’nin Giresun’da duzenlenen 15. Buyuk Surasi’na katilmak uzere bu ile gelen Celal Mustafa, Kosova’daki Turklerin durumunu ZAMAN’a anlatti. Celal Mustafa, Kosova’da resmi verilere gore 12, gayri resmi verilere gore 50 bin Turk’-un yasadigini bildirirken, 500 bin kisinin de Turkce konustugunu kaydetti.

Kosova Turk Demokratik Birligi Partisi’nin 1990 yilinda kuruldugunu anlatan Celal Mustafa, amaclarinin bolgedeki Turk varligi ve kulturel degerlerini korumak oldugunu belirtti. Sirp saldirilarinin baslamasiyla birlikte Kosova’da yasayan cok sayida Turk’-un goc etmeye basladigini bildiren Celaloglu, gectigimiz gunlerde sadece Mamusa bolgesinde 500 kisinin Turkiye’ye goc ettigini belirtti.

Celal Mustafa, Kosova’ya uluslararasi mudahale olmamasi halinde catismalarin bolge savasina donusecegine dikkat cekti.

AHMET BIYIK